Cumhuriyetin 101. Yılı: Eşitlikten Uzak, Adaletsiz Bir Düzenin Sancıları

Yazar: Cansu Güler

Türkiye Cumhuriyeti’nin 101. yılını geride bıraktığımız bu günlerde, kadınlar ve LGBTIQ+ bireylerin güvenliklerinden ve en temel insan haklarından dahi yoksun bir şekilde yaşadıkları gerçeği, cumhuriyetin vaat ettiği eşitlik ilkesinin adeta bir yalandan ibaret hale geldiğini gözler önüne seriyor. 101 yıl önce, laik, çağdaş ve eşitlikçi bir toplum kurma idealiyle atılan adımların yerine, bugün hak arayışlarının dahi suç sayıldığı bir düzende nefes almaya çalışıyoruz. Toplumun yarısı cinsiyetinden dolayı potansiyel bir tehdit altında yaşıyor; LGBTIQ+ bireyler ise her gün sistematik ayrımcılık ve dışlanmaya maruz bırakılıyor. Üstelik bu güvencesizlik, ülkenin en yüksek kademelerinden beslenen bir şiddet döngüsünün sonucu olarak varlığını sürdürüyor.

Kadın Cinayetleri: Devletin İhmalkârlığı ve Çifte Standartları

Kadın cinayetlerinin devlet tarafından resmi bir şekilde kayıt altına alınmadığı bir ülkede yaşıyoruz. Bunun nasıl bir vahameti olduğunun farkında mıyız? Türkiye’de her yıl yüzlerce kadın, yakınları ya da partnerleri tarafından katlediliyor ya da “şüpheli ölüm” olarak tanımlanan olaylarla hayattan koparılıyor. Devletin, bir yandan kadınların “namusu” üzerine diller dökerken diğer yandan onları korumaya yönelik hiçbir yapıcı adım atmaması, yalnızca trajik değil, aynı zamanda bilinçli bir ihmalkârlıktır. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu, bu cinayetleri kayıt altına alan tek yapı olarak her yıl yüzlerce hayatın trajik sonunu belgelemek zorunda kalıyor. Çünkü devlet, “şüpheli ölüm” diye örtbas edilen cinayetleri görmezden gelmeyi, ölümün ardındaki gerçeği araştırmamayı bir politika haline getirmiş durumda.

12 Kasım Büyük Kartal Mitingi / KCDP

Kadınları koruması gereken yasaların uygulanmadığı, var olan yasal düzenlemelerin dahi kağıt üzerinde kaldığı bir ülkede yaşıyoruz. İstanbul Sözleşmesi’nden çıkış kararının ardından artan kadın cinayetleri, “kadınlar haklarını talep etmesin, şiddete ses çıkarmasın” mesajının alenen verildiği bir döneme işaret ediyor. Kadınların yaşam haklarını güvence altına alması gereken devletin, bir yandan da kendi ideolojik tercihleri doğrultusunda onları kısıtlamaya çalışması, halkına değil, yalnızca belirli bir kesime hizmet ettiğinin göstergesi değil de nedir?

Sistematik Baskı ve LGBTIQ+ Bireylere Yönelik Ayrımcılık: Eşitsizliğin Derinleşen Uçurumu

Kadınlar yalnızca cinsiyetlerinden ötürü şiddete maruz kalırken, LGBTIQ+ bireyler de kimliklerinden dolayı açık bir ayrımcılıkla yüzleşiyor. Her gün LGBTIQ+ bireylere yönelik nefret söylemlerinin en üst perdeden dile getirildiği, ayrımcılığın devlet politikalarıyla adeta meşrulaştırıldığı bir düzende, insan haklarından bahsetmek ne kadar mümkün? LGBTIQ+ bireylerin yaşadığı ayrımcılık sadece toplumsal alanda değil, çalışma hayatından eğitime, hukuktan sağlığa kadar pek çok alanda kendini gösteriyor. Ve en korkuncu, bu ayrımcılık devletin sessizliği, hatta zaman zaman onayı ile sürdürülebilir hale getiriliyor.

Bir cumhuriyetin eşit yurttaşları olmak yerine, “uygun” görülen bir yaşam tarzına zorlanıyoruz. Kadınlar, LGBTİQ+ bireyler ve toplumun her türlü kırılgan kesimi, var olmalarının “sakıncalı” görüldüğü, yargılandıkları bir toplumda yaşamaya mecbur bırakılıyor. Bu, cumhuriyetin laik ve modern değerleriyle hiçbir şekilde bağdaşmayan bir yaklaşım ve doğrudan devlet eliyle dayatılıyor.

Medya ve Yargı: Hak Arayışının Önündeki En Büyük Engeller

Bu sistematik ayrımcılığın en güçlü araçlarından biri de devlet kontrolündeki medya ve adaletin uygulanmasını sağlamakla görevli ancak bağımsızlığını yitirmiş yargı sistemi. Kadın cinayetlerinin, LGBTIQ+ bireylerin maruz kaldığı şiddet olaylarının çoğu medya tarafından ya örtbas ediliyor ya da sadece “şok edici haber” başlıkları altında, toplumu uyuşturan bir izlenimle veriliyor. Öte yandan, bu cinayetlerde, ayrımcılık davalarında, nefret söylemlerinde yargının aldıkları cezalar göstermelik, caydırıcılıktan uzak. Adaletin sağlanması gereken mahkemelerde, kadınlar ve LGBTIQ+ bireyler, kendilerini ve haklarını savunmak zorunda bırakılıyor. Öldürülen bir kadının ardından mahkemede “namusu” sorgulanıyor, trans bir birey iş bulmak istediğinde “uygun” görülmeyen bir hayat yaşadığı gerekçesiyle ayrımcılığa uğruyor.

Bu adaletsizlik döngüsü, yalnızca bireyleri değil, toplumun tamamını derinden yaralayan bir yaraya dönüştü. Adalet ve eşitlik arayışı “suç” gibi görülmeye başlanmışsa, sistemin kendisi adaletsizliği meşru kılmak adına inşa edilmiş demektir.

Cumhuriyetin 101. Yılı: Neyi Kutluyoruz?

Cumhuriyetin 101. yılını kutlarken, bu kutlamaların anlamını sorgulamak zorundayız. Gerçekten neyi kutluyoruz? Eşitlik ve adalet sözlerinin kağıt üzerinde kalmasını mı? Kadınlar ve LGBTIQ+ bireyler başta olmak üzere toplumun geniş kesimlerinin her gün hayatta kalma mücadelesi vermek zorunda bırakıldığı bir düzeni mi? Cumhuriyetin özünde barındırdığı özgürlük, eşitlik ve adalet idealleri bugün yalnızca nostaljik birer hatıraya dönüşmüş durumda. Artık bir bayram kutlaması değil, sarsıcı bir özeleştiri yapılması gereken bir dönemdeyiz.

Bu toplumda gerçek adaleti ve eşitliği sağlamak, yalnızca yasaların düzenlenmesiyle değil, zihniyetlerin de köklü bir değişimle dönüştürülmesiyle mümkün olacak. Kadınların ve LGBTIQ+ bireylerin yaşam hakkını savunan, onların sesini bastırmayan bir düzen inşa edilmediği sürece, cumhuriyetin yalnızca adı var ama kendisi yok. Toplumun tüm bireylerinin eşit, özgür ve güvenli bir şekilde var olabileceği bir ülke yaratmak için, sistemin her seviyesindeki adaletsizliğe karşı birlikte ses çıkarmak, bu mücadelenin özünü oluşturmalı. Çünkü ancak bu şekilde, bu cumhuriyetin gerçek sahipleri olarak, hak ettiğimiz özgürlük ve eşitlik ideallerine ulaşabiliriz.