Bazı şeylere geç kaldığımız bilinen bir gerçek. Neresinden tutarsanız tutun elinizde kalır.
Önce bir temele inmek gerekir. Mesela Rönesans. Çok mu indik temele? Aslında çok inmedik.
Tam etkisini göremediğimiz dönemin temeli sağlam mıdır?
15. ve 16. yüzyıllarda İtalya’da başlamış olan devrim, bize geç gelmesiyle beraber tam da kendini gösterememiştir.
Toplum olarak bir şeyleri sonuna kadar yaşayamıyoruz. Aynı demokrasiyi de sürdüremediğimiz gibi.
Rönesans’ın Osmanlı Devleti’ne etkisi daha çok ekonomik yönden olmuştur. Ekonomide çöküş yaşayan
Rönesans, batıda Aydınlanma Çağını körüklerken Osmanlı’da tam tersi adımlar atmıştır.
Bu durumu sürdürmek istemesek de yaşadığımız olaylar buna izin vermiyor.
Sanat alanında birçok aydınımız olmasına rağmen çoğu kesimden karşılık görmemiştir.
Tiyatro açısından baktığımızda, kapatılan sahneleri ve maddi, manevi destek göremeyen oyunları örnek verebiliriz. Gün geçtikçe verilen değer de azalıyor. Osmanlı Dönemi’nin ekonomik çöküşünden bu yana halen bir değişiklik olmadığını görebiliriz. Tiyatro sahneleri kapatılıp sinema ve dergi fiyatları bu kadar artarken, fikir ve ifade özürlüğü ne kadar özgür olabilir. Sansür her zaman vardı. Fikir özgürlüğü, 61 Anayasasında görülen özgür basından sonra 1965 yılından itibaren gittikçe azalmaya başladı. Bu ülke her şeyi gördü ve deneyimledi. Fazlasının da ne kadar zararlı olabileceğine tanıklık etti. Fakat aktarım başarısız oldu.
“Bir cümle seni ipe de götürür, ipten de alır.”
Yine biraz eskiye gidelim.
Yıl 1961, günlerden devrim arabaları. Yarım ve buruk kalmış önemli devrimlerden bir tanesi. Buna engel olan en büyük araç neydi peki? Basın.
İstenildiğinde mükemmel bir propaganda silahına dönüşebilir. Basın bizde yarım bırakılan bir güç. Yasama, yürütme ve yargıyı denetlemesi ve kamuoyuna bilgi akışı sağlaması gereken basın, o dönem yanlış haber ve ufak çarpıtmalarla devrim arabalarını tozlu raflara çekilmesini sağlamıştı.
Aynı şekilde neden uçak fabrikalarımız kapatıldı?
Niye sürekli tekelleşmelere ve özelleştirmelere gidiyoruz?
Biz neden bir şeylere bağımlıyız?
Kendimize mi güvenmiyoruz acaba?
Basın demişken geriye baktığımızda gazetelerin en büyük sorununun kâğıt alacak para bulunamadığın görebilirsiniz.
Peki şimdi sorun ne?
Teknolojiyle beraber okuma oranların azalması ve daha çok görsel, video içeriklerine dönmemiz. İlgi odak sürelerinin kısa olması. Çağı hiçbir yerden yakalayamadığımız aşikâr. Televizyon, radyo, DVD vb. teknolojik araçların geç geldiği bir ülkeyiz. Bu durumda basın, ne kadar ilerleyebilir? Kağıt parçalarından dijital ekranlara döndüğümüz bu dönemlerde yayını hala gazete formatıyla yaparken eskiyi ne kadar bırakıp adım atabiliriz?
Yaralı bir canlıyı köşede ölmeye bırakmışız sanki ülkece. Basın artık can çekişmiyor. Hiçbir zaman ölmeyecek basının başına daha kötü bir şey geldi.
Alıştı.
Alışkanlıklarımız, geç kalışlarımız, bazı şeyleri yakalayamamış olmamız bizi hep bu şikâyet ettiğimiz noktalara getirdi. Değiştirtmek için atılan adımlar bizi her zaman daha umutsuz ve sabırsız bir hale soktu. Her yapılan darbede 10 yıl geri gidişlerimizle tarihin sürekli tekerrür etmesi demokrasiyi de tökezletti.
Hayvan hakları, basın hakları vb. konularda hala sağlam anayasalarımız yok. Bundan dolayı yaşadığımız bu olaylar, gündemden düşmeyen haberler, ucu açık, yoruma dayalı ve kaderine bırakılmış yasalar. Her şey yarım yamalak. Hiçbir şey tamamlanamıyor. Bu bizi eğitimde de geriye götürüyor. Her şeyin bir sebebi vardır ve bütün olaylar küçük etkilerle olsa bile birbirine bağlıdır, bağımlıdır. Konfor alanından çıkmak gerekiyor. Peki bunu nasıl yapacağız?